Dünü ve Bugünüyle Suriye Krizi

2015-02-04 :: Mülakat


 Büşra Nur ÖZGÜLER

Başlangıçta yeni umutlar taşınmasına karşın Suriye krizinin çözümü için 2014 yılında kayda değer bir gelişme yaşanmadı. Sizce Suriye’yi ‘Arap Baharı’nın diğer ülkelerden ayıran siyasi ve toplumsal dinamikler nelerdir? Ya da Suriye’de yanlış giden neydi?

Esasında Suriye’de bir yanlışlık yok; aksine Suriye, mozaik yapıdaki kültür ve nüfus kompozisyonu açısından halkıyla diyalog dilini en rahat kullanabilecek, barışçıl çözümler bulabilecek, uyumu teşvik edebilecek, keskin köşeleri yumuşatabilecek ve iç çatışmaları önleyebilecek ülkelerden biri. Tarihsel olarak bakıldığında da bu tür çatışmalar Suriye’de neredeyse hiç yaşanmamıştır. Bu süreçte bir yanlış varsa, bu, öncelikle mevcut Suriye rejiminin ve bileşenlerinin yapısından, daha sonra ise uluslararası toplumdan kaynaklanıyor. Diğer bir yanlış ise BM Güvenlik Konseyi’nin Suriye halkına karşı sorumluluklarını açıkça yerine getirmemiş olmasında görülebilir.
Mezhepçi bir askerî darbeden doğan Suriye rejimi, halkın geleceğini tahakküm altına almış ve iktidarı toplumdan kopuk askerî bir cuntanın tekeline geçirmişti. Bu iktidar, kayırmacı bir toplumsal taban oluşturarak sosyal ve politik izolasyonunu bir şekilde aşmayı başardı. Yani milli ve ahlâki tutumdan ziyade kişisel menfaat peşinde koşan herkesi kapsayan, iktidarla doğrudan bağlantılı sivil gruplardan oluşan ve aşiret elitleriyle güçlenmeye dayanan bir yapı oluşturuldu. Sonuçta toplumsal şuur ve siyasi yükümlülükten bağımsız, kişisel çıkarı peşinde koşan bir sosyal taban ortaya çıktı.
Böylece, ülkenin akıbeti yerine, devletin ve ülkenin kaynaklarını ele geçirmeye imkân veren bu rejimin ebedileştirilmesi ve kişisel kazanımların daha da artırılması amaçlandı. Burada iktidar ile işgal arasında büyük bir fark yok aslında. Tek fark, mevcut durumda işgalin yabancılar tarafından değil; yerliler tarafından yapılmış olması.
Rejim liderlerinin halkına karşı muamelelerinde gösterdikleri tüm bu barbarlığa ve yerel ordu güçlerinin yabancı milislerle ortaklaşa başlattığı ve yaklaşık dört yıldır sürdürdüğü bu yıkıcı savaşa rağmen, iktidarın ana sosyal taban ile bağlılığını sürdürmesi bu çerçevede ele alınabilir.
Sosyal tabanın kariyerci yapısının yanı sıra; Ortadoğu’da öncü rol oynamak isteyen Tahran ile yaptığı stratejik ittifaklar, Suriye rejiminin toplumla olan bağlarını daha da kopardı. İran Devrim Muhafızları tarafından eğitilmiş, silahlandırılmış, mezhepçi ve ayrımcı bir doktrinle donatılmış Lübnanlı, Iraklı, Afgan ve İranlı milislerin müdahalesi olmasaydı Esad rejiminin 2012 ortalarında devrilmiş olacağı aşikârdı.
Suriyeli devrimcilerin Şam’daki Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na üç kilometreye kadar yaklaştıkları sırada, Hizbullah ve İranlı yetkililer rejimi devrilmekten sadece kendilerinin kurtarabileceğini ve rejimin çatırdayan ordusu yerine bugün kendi milislerinin savaşta mücadele vereceğini iyi biliyordu. Nitekim Şii Hilali adı altında Tahran’da belirlenen planın gerçekleşmesi için Lübnan, Irak ve Suriye arasında İran’ın zorunlu bir bağlantı teşkil ettiği ortada. İran’ın bu çerçevede Suriye üzerinde egemenlik kurmaya yönelik kendince meşru emellere sahip olduğu da görülebi-lir. İran’ın temel hedeflerini sırasıyla;(i) nükleer programı nedeniyle Batı ve bilhassa ABD’nin dayattığı ambargoyu kırmak, (ii) Suriye meselesinde Batı’nın yanında yer alan Körfez ülkelerine baskı uygulayarak dolaylı yoldan nükleer müzakerelerde avantajlı bir konum elde etmek, (iii) nükleer tesislerine yönelik Batı müdahalesini önlemek için Güney Lübnan’daki caydırıcı gücünü korumak, (iv) Türkiye’nin Ortadoğu’ya erişimini keserek bu pazarları ve stratejik konumu tek başına kontrol etmek ve (v) bütün bir Ortadoğu’nun geleceğinin belirlenmesinde tek olmasa da en büyük aktör olarak Tahran’ı öne çıkarmak şeklinde ele almak mümkün.
Suriye rejiminin ve İran’ın planlarını gerçekleştirirken, Suriye halkına yönelik savaşı en iğrenç araçlar, kimyasal silahlar ve hatta yasaklanmış yöntemler kullanarak pervasızca sürdürdükleri görülüyor. Bunu başarabilmelerinin en önemli sebepleri olarak BM Güvenlik Konseyi’nin felç olmasını sağlamaları ve İran’ın müttefiki Rusya’nın Suriye krizine ilişkin kararları pasifize etmesi gösterilebilir. Ayrıca Rusya’nın Güvenlik Konseyi’nde müttefiki Şam ve Tahran’ı kesintisiz bir şekilde desteklediğini de eklemek gerekir. Güvenlik Konseyi böyle felç bir durumda olmasaydı, Suriye rejimi; özgürlüğü, bağımsızlığı ve insan hakları için nice kurbanlar veren Suriye halkının kahramanca direnişi karşısında ayakta kalamazdı.
Bugün herkes gayet iyi biliyor ki sorunun temelinde ve trajedinin devam etmesinde en büyük etkenler; İran’ın siyasi, ideolojik, askerî, finansal ve medya yönünden büyük desteği ve Rusya’nın daimi silah yardımıdır.
Örneğin Mısır’da muhalefetin bir tecrübe birikimi söz konusuydu ve muhalefet ayaklanmalardan önceki on yıl boyunca da rejime karşı oldukça aktifti. Ancak Suriye’de Şam Baharı ve Şam Deklarasyonu çok kısa sürdü. Siz de dâhil birçok kişinin çabası, rejimin farklı stratejileriyle

 

bertaraf edildi. Suriye’deki muhalefetin dayanıklılığına baktığımızda, sizce net bir vizyonun ve stratejinin varlığından bahsedilebilir mi yoksa sadece bölgedeki “Arap Baharı” dalgasının etkisiyle mi bir reaksiyon gelişti?

Suriye muhalefetinin zayıflığı ve bölünmüşlüğü konusundaki haklı polemik giderek artıyor olsa da hâlihazırdaki tüm muhalif grupların ortak temasının bu totaliter rejimin devrilmesi olduğu açık. Bu rejim, doğası gereği topluluklar arasındaki iletişim, diyalog, özgür fikir ve siyasi faaliyeti men etti. Dolayısıyla fikrî ve siyasi olarak kenetlenmiş, güçlü ve sabit bir toplumsal tabanı bulunan muhalif örgütlerin oluşumu önlendi. Her hâlükârda muhalifler marjinalize edilip yer altındaki dehlizlere mahkûm edildi; ne insanlar onları tanır ne de onlar insanları.
Bugünkü Suriye muhalefeti için de aynı durum geçerli.
Bununla birlikte Suriye muhalefeti ilk etapta, kuruluş aşamasında başkanlığı ile müşerref olduğum, Suriye Ulusal Konseyi’ni kurmayı başarmıştı. Konsey, Suriye’de ve dünya önünde devrimin vitrini ve adresi olmuştu.Suriye’nin geleceğine ilişkin açık ve şeffaf bir vizyon olarak demokratik, sivil, çoğulcu; aynı zamanda kökeni, cinsiyeti, aidiyeti, milliyeti, dini ve mezhebi ne olursa olsun tüm vatandaşları arasında eşitlikçi bir devlet olabilmeyi ortaya koymuştu. Suriye Ulusal Konseyi bu belgeyi “Geleceğin Suriyesi için Misak-ı Milli” adı altında yayımlamıştı. Koalisyon, aynı zamanda 3 Temmuz 2012’de Kahire’de, Arap Birliği himayesinde, birleşik bir konferans düzenlemeyi başarmıştı. Konferansta kabul edilen misak, bazı düzeltmelerden sonra “Misak-ı Milli Belgesi” adıyla yayımlanmıştı .
Ancak Suriye muhalefeti, özellikle Suriye devriminin barışçıl yapısından kopup silahlı bir hâl almasından sonra, sahada süregelen askerî, siyasi ve sosyal çatışma dinamiklerinin gelişimine ayak uydurabilmek için gerekli desteği bulamadı. Muhalefet, bu gelişmelerin en önemli iki dayanağından uzak veya uzaklaştırılmış hâlde kaldı. Bu mahrumiyetlerin başında, yabancı dost ülkeler tarafından yalnız bırakılan savaşçı ketibelerin (taburların) silahlandırılması ve finanse edilmesi gelirken; diğer bir mahrumiyet, rejimin vahşi ve sınır tanımaz yıkımından sonra ihtiyaç duyulan insani yardım konusunda yaşandı. Bu noktada birtakım uluslararası yardım kuruluşlarının ortaya çıkması öncü muhalefetin konumunu zayıflattı ve taraflar arasında anlaşmazlıkları tetikledi.
Bu bağlamda gerek dost gerekse düşman güçlerin saflarına yönelik müdahalenin artmış olması doğaldır. Sonuçta muhalefetin, önce kendisiyle sonra sahadaki savaşçı devrim güçleri ve onlara bağlı aktivistlerle arasında bir uzaklaşma/uçurum oluşmuştu. Akabinde ise kendi dostları ve temsilcileri arasında da aynı durum yaşandı. Ayrıca çatışmanın hızla sona ereceğine dair beslenen ümitler, Amerikan politikasının tereddütleri ve Suriye Halkının Dostları Toplantısı’nın planlanmasıyla muhalefet, sahadaki etkileşimini kaybetti.
Nihayetinde, muhalefetin başarısız performansı ile sahadaki devrimcilerin kahramanca mücadelesi arasında derin bir çelişki ortaya çıktı.

 

Rejimin hâlâ çok güçlü sosyal ve siyasi bir tabanı var. Suriye’de elit ittifakını böyle güçlü kılan temel sebepler nelerdir? Protestoların yerel, bölgesel ve küresel anlamda yeterince ses getirememesini neye bağlıyorsunuz?

Rejimin sosyal tabanının kayırmacı yapısından söz etmiştim. Bunların başında ordu ve güvenlik güçleri içinde yer alan çıkar grupları geliyor. Çıkar grupları, iktidardaki elitlerin bağlı bulunduğu sivil grupların ve iş adamlarının resmî ortaklarıdır. Bu durum, silah, para, güç ve nüfuz gibi kendi bağımsız kaynaklarına sahip iktidarın herhangi bir hukuk ya da halk temsilcisiyle istişare veya danışmada bulunmaksızın halka boyun eğdirebilmesi sonucunu doğurdu. Böylece devlet ve devlet kurumları, güç ve iktidar sahibi grupların tekelinde kaldı. Devletin temel çerçevesi ise bu egemen tabakanın işlerini yürütmekti. Bu bağlamda güçlü bölgesel ve uluslararası bağlantılar da çoğunlukla bu yönde kullanıldı. Buna ilaveten, kamusal çıkarlar düşünülmeden özel çıkarların peşinde koşulması, aşırı kayırmacılık ve fırsatçılık ülkenin yarım asır boyunca sıkıyönetim, istisnai kanunlar ve olağanüstü hâl kanunları ile yönetilmesine neden oldu ve toplumsal kültür de buna uyarlandı. Öyle ki adeta, insanlar nezdinde ulusal çıkarların mana ve mefhumuna ilişkin hiçbir vizyon kalmadı. Ayrıca Baas rejimi ulusal vizyon ve çıkarlar pahasına ihya ettiği kişisel, grupsal ve sınıfsal çıkarların gerçekliğini gizlemek amacıyla, çoğu kez yabancı düşmanlığına oynadı.

Suriye devrimi başlangıçta gerek Suriye içinde gerek Arap dünyasında gerekse dünya çapında büyük bir coşku uyandırmış, yüzü aşkın ülke tarafından Suriye Halkının Dostları Grubu oluşturulmuştu. Grup, devrimin taleplerini destekleyen ve Esad’ın görevini bırakmasını talep eden BM Genel Kurul kararının çıkarılmasına katkıda bulunmuştu (16 Şubat 2012). Ancak uluslararası toplum, Esad rejimine ve devrimin ilk gününden beri müdahalelerde bulunan Tahran’ın aleyhine etkin önlemler almada isteksiz davrandı. Bu durum rejim milislerinin vahşi eylemlerini gittikçe artırırken toplu katliamlar, gündelik kıyımlar, milyonlarca Suriyelinin yerinden edilmesi ve mülteci sorununun giderek kötüleşmesi gibi olguları ortaya çıkarmaya başladı. Daha sonra ise savaş mezhepçi boyutlara doğru evrildi, el-Kaide benzeri radikal örgütlerin sayısı devamlı arttı. Akabinde sivil devrim güçlerinin darbe alması ve rejimin desteklenmesinde çok önemli rol oynayan IŞİD’in ortaya çıkmasıyla Arap dünyasının ve uluslararası kamuoyunun meseleye bakışı değişti. Bizatihi Suriye içerisinde de dâhil olmak üzere pek çokları nezdinde, devrimin amaçları ve hedefleri konusunda şüpheler oluşmaya başladı. Bu da devrimin marjinalleştirilmesi, imajının kötülenmesi ve bir halk devrimi değil de terörist örgütlerin mahsulü gibi gösterilmesi sonucunda Tahran ve Şam’ın işini kolaylaştırdı.
Kuşkusuz muhalefetin zayıflığı -özellikle medyadaki olumsuz yansımaları- devrimin imajının gerilemesi ve kamuoyu nezdinde devrim hakkında kafa karışıklığının oluşmasında önemli rol oynadı.


Rejim, protestocuların terrorist olduğunu iddia ederek sanal bir gerçeklik oluşturmaya çalıştı. Ancak dört yılın sonunda IŞİD ve benzeri grupların alandaki varlığına şahit oluyoruz. Bu noktada sanal iddiaların fiili gerçekliğe dönüştüğünü söyleyebilir miyiz?

Gerçekten Suriye rejimi, tüm dünyanın sempatisini kazanan bu barışçıl ve demokratik siyasi devrimin imajını çarpıtmak ve itibarını düşürmek için elinden gelen her şeyi yaptı. Böylece bir yandan devrimin dışlanmasını kolaylaştırmak,diğer yandan Suriye halkının sergilediği kararlı ve kahramanca direniş karşısında uyguladığı vahşeti haklı göstermek istedi. Stratejisi oldukça yalın ve netti. Bu strateji, rejimin uzun yıllar pek çok komutanıyla yakın ilişki içinde olduğu Lübnan ve Irak’taki IŞİD ve benzeri aşırı güçlerin ortaya çıkartılarak yeni bir fırsat oluşturulmasını içeriyordu. Bu amaçla, yıllardır Saydnaya ve Ebu Ğurayb hapishanelerinde tutulan aşırıların serbest bırakılması yeterliydi. Nitekim IŞİD, iki seneden az bir sürede, yeniden yapılanmasını tamamlayıp bölge dışından unsurları bünyesine çekmeyi ve akabinde rejim ordusuyla kurduğu örtülü ittifak veya en azından onunla karşı karşıya gelmekten kaçınması sayesinde, Suriye sahasında süregelen çatışmanın en önemli oyuncusu haline dönüşmeyi başardı.
Böylelikle Özgür Ordu tarafından kurtarılmış bölgeleri ele geçirmeye yönelik girişimlere başladı.Başından bu yana rejimin planı devrimi amaçlarından saptırmak ve terörün ortaya çıkarılmasıyla devrimin imajını çarpıtmaktı. Sonuçta kendisine karşı duran dünyayı iki imkânsız seçenek arasında bırakmayı başardı: Ya Esad rejimi ya IŞİD. Böylelikle uluslararası toplumun, ehven-i şer olarak rejimi seçeceğini umdu. Gerçekten de bu bahsinde en iyi seçenek olduğu için değil, aksine aleyhine olan devrimi çarpıtabildiği ve uluslararası kamuoyunu devrimin gerçekliği ve amaçları konusunda kuşkuya düşürebildiği için büyük ölçüde başarılı oldu.

Her ne kadar rejim, ABD ve Avrupa gibi kimi uluslararası çevreleri aldatıp tereddüde sürüklemeyi kısmen başarmış olsa da kendisini muhtemel seçe nek olarak kabul ettirmeyi başaramadı.Çünkü herkes bu rejime terörizmin ortaya çıkıp büyümesinin başlıca sebebi nazarıyla bakmaya devam etti. Ayrıca bugün Esad tarafından temsil edilen bu terör rejiminin sona erdirilmesi, IŞİD terörü ile mücadelenin olmazsa olmaz koşulu kabul ediliyor.
Rejim, aynı zamanda, Şam kırsalı, Kalemun, Kuneytıra, Havran, Hama, Halep, İdlib vb. pek çok savaş cephesinde gerçek kazanımlar elde etmeye devam eden Özgür Ordu ve demokratik ulusal muhalefetin varlığını örtbas etmede de başarılı olamadı. Çünkü uluslararası toplum hem IŞİD hem de Esad rejimi karşısında, ulusal muhalefetin rolünün güçlendirilmesi gerektiği inancını koruyor.


Tüm bu bahsettiklerinizi düşündüğümüzde, IŞİD ile mücadelede nasıl bir yol izlenmeli? Yerel, bölgesel ve uluslararası otoritelerin IŞİD ile mücadele için yapması gerekenler nelerdir?

Kanaatimce IŞİD’in gücü kendinden menkul değil; aksine örgüt ulusal,bölgesel ve uluslararası düzeyde anlayış eksikliğinden doğan boşluklardan yararlanıyor. Yine çatışma taraflarının birçoğu bu aşırılığı istismar etmeye, askerî dengelerin değişimiyle gücünü adapte etmeye veya değişken amaçlarını gerçekleştirmeye çalışıyor. Yine kanaatimce hem içeride Suriye düzleminde hem de dışarıda bölgesel ve uluslararası düzlemde IŞİD örgütünün bitirilmesi ortak bir hedef hâline gelebilseydi, şu ana kadar örgüt varlığını sürdüremezdi. Gücünü artırıp yayılmasının sebebi aslında budur.
IŞİD’in ortadan kaldırılması Esad’ın işine gelmez. Keza Esad karşısındaki pek çok cepheyi terk edip IŞİD cephesine yönelmek de ulusal muhalefetin işine gelmez. Dolayısıyla Esad rahat. Tahran’ın bölgesel mezhepçi politikası devam ederken ABD ve Avrupa, Suriye ve diğer Arap ülkelerindeki milislerini ve nüfuzunu artıran IŞİD’le mücadeleye büyük bir yatırım yapmak istemiyor. Öte yandan IŞİD’in ortadan kaldırılmasına yatırım yapmak, Irak ve Suriye halklarının bağımsızlığı ve kurtuluşu, Arap Yarımadası’ndaki ülkeler üzerindeki baskının hafiflemesi açısından, Tahran’ın da işine gelmiyor. Kısacası meşruiyetini kaybetmiş, IŞİD’den aşağı kalmayan vahşetiyle Esad rejimi ve Tahran’ın genişleme projeleri sebebiyle kimse IŞİD’i ortadan kaldırmak istemiyor.
Büyük ihtimalle Suriye, Irak, Lübnan,Yemen ve diğer Arap ülkelerindeki demokratik güçlere karşı aşırıların artan bu üstünlüğünü önlemeye yönelik bölgesel ve uluslararası bir anlayış birliğine varılamazsa IŞİD’in de taraf olduğu uzun vadeli bir bölgesel bir yıpratma savaşına doğru gidilecek. Aynı sonuç tüm bölge ülkeleri birbirlerinin egemenliğine, bağımsızlığına saygı duymazsa ve herhangi bir dış müdahale, baskı olmaksızın halkların kendi geleceklerini belirleme haklarına yönelik görüş birliğine varılmazsa da doğacaktır.
Bu durumda Erbil, Bağdat ya da son iki aydır Kobani’de olduğu gibi hassas stratejik bölgelerde IŞİD’in yayılımını hedef alan Amerikan saldırılarının hiçbir anlamı olmayacaktır. IŞİD’in sınırlandırılması ve ortadan kaldırılması ancak (i) kendi içinde kriz yaşayan, kendini Batı’nın baskılarından ve ambargodan kurtarmaya çalışan, Batı’ya karşı bir baskı ve taviz koparma aracı olarak kullanmak üzere -Lübnan, Irak, Yemen ve Suriye’de olduğu gibi- Arap ülkelerini ablukaya alıp felç eden Tahran’ın bölgesel politikalarının ve (ii) Arap ülkeleri üzerindeki kesintisiz baskısı sonucu patlak veren ulusalcı ve mezhepçi siyasi krizin sona erdirilmesi ile mümkün olabilir. Bu da demek oluyor ki IŞİD’in gelişimini sınırlandırmanın; Suriye’de, Irak’ta ve dünya çapında daha fazla savaşçı toplamasını önlemenin yolu Suriye’de süregelen trajik krizin ve bundan doğan ümitsizliğin ortaya çıkardığı boşluğa daklanmaktan geçiyor. Yine Irak’ta Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesinden sonra ortaya çıkan otoritenin, mezhepçi ve intikamcı politikalarının sona erdirilmesi gerekir. Bu bağlamda, Irak ordusu ve güvenlik güçlerinin mezhep temelinde değil, ulusal temelde yeniden yapılandırılması önemlidir. Ana merkezi Tahran’da olan mezhepçi bir otorite tarafından, yerel milislerin desteğine dayalı olarak, devletin rehin alınıp ele geçirilmesinin önüne geçilmesi gerekir. Aynı yaklaşımla Özgür Ordu ve genel olarak Suriyeliler iktidarı değiştirmek yolunda çatışma meydanında kararlılık göstermeli ve ülkeyi İran’a bağlı hareket eden ve Ulusal Savunma Ordusu adı verilen Iraklı, İranlı, Afganlı, Lübnanlı ve Suriyeli yabancı milislerden kurtarmalıdır. Buna paralel olarak da IŞİD’in kuşatılması için çaba harcanmalı, bünyesindeki Suriyeli unsurlar ondan kopmaya teşvik edilmelidir.
Suriye muhalefeti, terörizme karşı verilen bu savaşın, yalnızca Suriyekrizine değil, aynı zamanda bölgede hegemonya kuran İran’ın politikalarının neden olduğu bölgesel krize yönelik siyasi çözüm projesinin bir parçası olmadığı sürece işe yaramayacağının farkında. Hatta böyle bir mücadele şeklinin yalnızca Esad’a hizmet edeceği ve onun yükünü hafifleteceğinin de farkında. Bu yüzden muhalefet, Esad iktidarının devrilişi ile beraber mevcut rejimin de değişimini içermeyen herhangi bir uluslararası planı kabul etmeyecektir. Temel amaç ister Esad’a karşı olsunlar, isterse Esad ile birlikte olsunlar, Suriye’den tüm yabancı milislerin çıkarılması.